Nihilizm Nihilizm, tüm değerlerin asılsız olduğu ve hiçbir şeyin bilinemeyeceği veya iletilemeyeceği inancıdır. Genellikle radikal pesimizm ve va
Nihilizm, tüm değerlerin asılsız olduğu ve hiçbir şeyin bilinemeyeceği veya iletilemeyeceği inancıdır. Genellikle radikal pesimizm ve varoluşu kınayan radikal şüphecilik ile ilişkilendirilir. Gerçek bir nihilist hiçbir şeye inanmaz, sadakati yoktur ve belki de yok etme dürtüsünden başka bir amacı olmaz. Çok az filozof nihilist olduğunu iddia ederken, nihilizm genellikle, yıkıcı etkilerinin sonucunda tüm ahlaki, dini ve doğaüstü inançları yok edip, insanlık tarihindeki en büyük krizin ortaya çıkmasına neden olacağını savunan Friedrich Nietzsche ile ilişkilendirilir. 20. yüzyıldaki sanatçılar, eleştirmenler ve filozoflar, epistemolojik başarısızlık, değer yıkımı ve kozmik amaçsızlık gibi nihilist temalar üzerine kafa yormuştur. Örneğin aynı yüzyılın ortalarında, varoluşçular, nihilizmin yıkıcı potansiyelini köreltme girişimlerinde aslında nihilizmin ilkelerinin popülerleşmesine yardımcı olmuştu. Yüzyılın sonuna gelindiğinde, nihilizme bir yanıt olarak varoluşsal umutsuzluk, yerini genellikle anti-temelcilik ile ilişkilendirilen bir aldırışsızlık tutumuna bıraktı. Nietzsche’nin nihilizmi ve onun medeniyet üzerindeki etkilerini araştırmasının üzerinden bir asırdan fazla zaman geçti. Nietzsche’nin tahmin ettiği gibi, nihilizmin 20. yüzyılın kültürü ve değerleri üzerindeki etkisi bir hayli büyüktü. Nihilizmin yıkıcı tabiatı, kasvetli bir atmosfer ve büyük ölçüde endişe, öfke ve korku meydana getirmişti. İlginç bir şekilde, dil, bilgi ve doğruluk üzerine çalışan radikal bir şüpheci olan Nietzsche, postmodernizmin birçok temasını önceden görmüştü. İşte o zaman, Nietzsche’nin nihayetinde nihilizm üzerinde kafa yoracağımıza inandığını not etmekte fayda var. Eğer evren üzerine yapılan tüm açıklamaları yok etme sürecinden sağ çıksaydık, belki de o zaman insanlık için en doğru rotayı bulabilirdik.
Nihilizm’in Kökeni
“Nihilizm” kelimesi Latince hiçbir şey olmayan, var olmayan anlamına gelen nihil kelimesinden türemiştir. Tamamen yok etmek anlamına gelen İngilizce “annihilate” fiilinde görülmektedir. On dokuzuncu yüzyılın başlarında, Friedrich Jacobi bu sözcüğü transandantal idealizmi olumsuz olarak nitelendirmek için kullanmıştır. Ancak “nihilizm” sözcüğü, Ivan Turgenev’in tam bir olumsuzluk öğretisi öğütleyen Bazarov karakteri tarafından benimsenen ham bilimciliği tanımlamak için Babalar ve Oğullar (1862) romanında kullanıldıktan sonra yaygınlaştı.
Rusya’da nihilizm, devletin, kilisenin ve ailenin otoritesini reddeden gevşekçe örgütlenmiş bir devrimci hareketle (1860-1917) özdeşleşti. İlk yazılarında, anarşist lider Mikhael Bakunin (1814-1876) hala nihilizm ile özdeşleşen o kötü şöhretli yakarışı kaleme almıştı: “Sadece tüm hayatın sorgulanamaz ve sonsuz yaratıcı kaynağı olduğu için yıkan ve yok eden ebedi ruha güvenelim–yıkım tutkusu aynı zamanda yaratıcı bir tutkudur!” (Reaction in Germany, 1842). Bu hareket, tek bilgi
kaynağı olarak rasyonalizme ve materyalizme, en büyük hedef olarak ise bireysel özgürlüğe dayanan bir sosyal düzenlemeyi savundu. Nihilistler, insanın ruhsal özünü salt materyalist bir öz lehine reddederek, Tanrı’yı ve dini otoriteyi özgürlüğe zıt olmakla suçladılar. Hareket nihayetinde bir yıkım, tahrip ve anarşi kimliğine büründü ve 1870’lerin sonlarında bir nihilist, terörizmi ve suikastı savunan gizli siyasi gruplarla ilişkili herhangi biri olarak görülüyordu.
Nihilist bir bakış açısı olarak nitelendirilebilecek şeyle ilişkili en eski felsefi görüşler şüphecilerin görüşleridir. Kesinlik olasılığını inkar ettikleri için, şüpheciler geleneksel gerçekleri haksız görüşler olarak suçlayabilirdi. Örneğin Demosthenes (M. Ö. 371-322) “İnanmak istediği şey, her insanın inandığı şeydir” (Olynthiac) sözünü incelediğinde, bilginin ilişkisel doğasını ortaya koyar. O halde radikal şüphecilik, bilgi ve hakikat olasılığını reddeden epistemolojik nihilizm ile bağlantılıdır; bu nihilizm biçimi şu anda postmodern anti-temelcilik ile özdeşleştirilmektedir. Aslında nihilizm birkaç farklı şekilde anlaşılabilir. Politik Nihilizm, anlaşılacağı, tüm siyasi, sosyal ve dini düzenin yok edilmesinin gelecekteki herhangi bir gelişme için ön koşul olduğu inancıyla ilişkilidir. Etik Nihilizm veya ahlaki nihilizm mutlak ahlaki veya etik değerleri olasılığını reddeder. Bunların yerine, iyi ve kötü belirsizdir ve bunlara hitap eden değerler, sosyal ve duygusal baskılarda başka hiçbir şeyin ürünü değildir. Varoluşsal Nihilizm, yaşamın içkin bir anlamı ve değeri olmadığı fikridir ve günümüzde bu kelimenin en yaygın kullanılan ve anlaşılan anlamıdır.
Max Stirner’in (1806-1856) sistematik felsefeye olan saldırıları, mutlaklıkları ve her türden soyut kavramları reddetmesi, onu genellikle ilk felsefi nihilistler arasına yerleştirir. Stirner için bireysel özgürlüğü elde etmek yegane kanundur; ve özgürlüğü zorunlu olarak tehlikeye atan devlet yok edilmelidir. Bununla birlikte, devletin baskısının ötesinde bile, başkaları tarafından dayatılan kısıtlamalar vardır, çünkü onların varlığı bireysel özgürlüğü tehlikeye atan bir engeldir. Bu nedenle Stirner, varoluşun “herkesin herkese karşı sonsuz bir savaşı” (The Ego and its Own, trans. 1907) olduğunu ileri sürer.
Friedrich Nietzsche ve Nihilizm
Filozoflar arasında nihilizm ile en çok ilişkilendirilen kişi Friedrich Nietzsche’dir. Nietzsche için, dünyada ona verdiklerimiz dışında nesnel bir düzen veya yapı yoktur. İnançları destekleyen cepheleri delip geçen bu nihilist, tüm değerlerin temelsiz olduğunu ve aklın aciz olduğunu keşfetmiştir. “Bir şeyi doğru kabul eden her inanç ve düşünce mutlaka yanlıştır çünkü gerçek bir dünya yoktur” (Güç İstenci (1883-1888’den notlar)) diye yazıyor Nietzsche. Ona göre nihilizm, empoze edilen tüm değerlerin ve anlamın rakidal bir şekilde reddedilmesini gerektirir: “Nihilizm sadece her şeyin yok olması gerektiği inancı değil; kişinin de yok eden olması gerektiği inancıdır” (Güç İstenci).
Nietzsche, nihilizmin yakıcı gücünün mutlak olduğunu savunmakta ve onun derin incelemelere göre “en yüksek değerler kendini değerlersizleştirmektedir. Amaç eksik ve ‘Neden’ sorusunun bir cevabı yoktur” (Güç İstenci). Nihilizmin, tüm el üstünde tutulan inançların ve kutsal gerçeklerin kusurlu bir Batı mitinin belirtisi olduğunu ortaya çıkarması kaçınılmazdır. Bu anlamın, ilişkinin ve amacın çöküşü tarihteki en yıkıcı güç olacak, gerçekliğe tam bir tehdit teşkil edecek ve insanlığın en büyük krizinden başka bir şey olmayacak:
Anlattığım şey önümüzdeki iki yüzyılın tarihi. Neyin geldiğini, neyin artık farklı gelemeyeceğini açıklıyorum: nihilizmin ortaya çıkışını… Bir süredir bütün Avrupa kültürünün on yıllardır büyüyen bir gerginlikle bir felakete doğru ilerliyor: durmadan, şiddetle, paldır küldür, tıpkı sona ulaşmak isteyen bir nehir gibi… (Güç İstenci)
Nietzsche’nin bu güçlü eleştirisinden beri, sanatçılar, eleştirmenler ve filozoflar, epistemolojik başarısızlık, değer yıkımı ve kozmik amaçsızlık gibi nihilist temalar üzerine kafa yormaktadır. Örneğin Nietzsche’nin analizinin doğru olduğuna ikna olan Oswald Spengler, Batının Çöküşü (1926) kitabında nihilizm kalıplarının gerçekten de çökmekte olan bir medeniyetin göze çarpan bir özelliği olduğunu doğrulamak için çeşitli kültürler üzerinde çalışmıştır. Spengler, incelediği başarısız kültürlerin her birinde, birkaç farklı nihilist duruşa ait sinsi çabaların, bu kültürlerin dini sanatsal ve siyasi geleneklerini zayıflattığını ve en nihayetinde yok ettiğini fark etti. Bu nihilist duruşlar şu şekildedir: “idealleri sarsan” Faustçu nihilist; “geleneklerin gözü önünde parçalanmasını izleyen” Apolloncu nihilist; ve “bu geleneklerini terk edip kendine haline çekilen” Hint nihilisti. Örneğin Doğu dinleri tarafından savunulan gerçekliğin ve teslimiyetin yadsınması ile özdeşleştirilen geri çekilme, Batı’da epikürcülük ve stoacılığın çeşitli örnekleriyle ilişkilidir. Spengler, çalışmasında Batı medeniyetinin epistemolojik otoriteyi ve ontolojik temeli baltalamaya çalışan üç nihilizm dalı ile birlikte zaten çökmenin ileri aşamalarında olduğunu sonucuna varmıştır.
Başka bir örnek vermek gerekirse, Martin Heidegger 1927’de çeşitli ve gizli formlardaki nihilizmin zaten “insanın normal hali” (The Question of Being) gözlemledi. Diğer filozofların nihilizmin etkisine dair öngörüleri korkunçtu. 20. yüzyılda nihilizmin belirtilerini özetleyen Helmut Thielicke, “Nihilizmin kelimenin tam anlamıyla ilan edilmesi gereken tek bir gerçeği vardır, bu da nihilizmin eninde sonunda galip geleceği ve dünyanın anlamsız olduğudur” ( Nihilism: Its Origin and Nature, with a Christian Answer, 1969) diye yazmıştır. Nihilist bakış açısına göre, hayatın tamamiyle ahlaksız olduğu sonucuna varılabilir. Thielicke, bu sonucun Nazi korku imparatorluğu gibi gaddarlıkların hayata geçmesini önünü açmıştır. Nihilizmin etkisine dair iç karartıcı öngörüler, Eugene Rose’un Nihilism: The Root of the Revolution of the Modern Age (1994) adlı eserinde de gösterilmiştir. Rose, eğer nihilizm galip gelirse ve her şey yolunda giderse, dünyamızın “hiçliğin, anlamsızlığın ve mantıksızlığın” hüküm süreceği “duygulardan yoksun, insanlık dışı” bir yere dönüşeceğini savunmaktadır.
Varoluşsal Nihilizm
Nihilizm genellikle radikal şüphecilik ve görecelik açısından tartışılırken, 20. yüzyılın büyük bir kısmında hayatın anlamsız olduğu inancıyla ilişkilendirilmiştir. Varoluşsal nihilizm, dünyanın hiçbir anlamı veya amacı olmadığı düşüncesiyle başlar. Bu durum göz önüne alındığında, varoluşun kendisi (tüm eylemler, acılar ve hisler) en nihayetinde anlamsız ve boştur.
Alan Pratt, The Dark Side: Thoughts on the Futility of Life (1994) kitabında, varoluşsal nihilizmin başından beri şu yada bu şekilde Batı entelektüel geleneğinin bir parçası olduğunu göstermektedir. Örneğin Şüpheci Empedokles’in “fanilerin yaşadığı hayat neredeyse hayat dışı olacak kadar değersizdir” şeklindeki gözlemi, varoluşsal nihilizmle ilişkili olan aynı tür radikal pesimizmi içermektedir. Antik çağda
böylesine derin bir pesimizm, Kireneli Hegesias ile birlikte doruğa ulaşmış olabilir. Hegesias, acıların zevklerden bir hayli fazla olmasından ötürü mutluluğun imkansız olduğunu iddia edip, akabinde intiharı savunmuştur. Yüzyıllar sonra Rönesans döneminde, William Shakespeare, Macbeth’in son kısımlarındaki bu ünlü pasajda Macbeth‘in hayata olan nefretini dile getirdiğinde, varoluşsal nihilist bakış açısını anlamlı bir şekilde özetlemiştir:
“Sön, kısacık mum, sön!
Hayat sadece yürüyen bir gölge, zavallı bir oyuncu Sahnede saatlerini yiyip bitiren
Ve sonra artık duyulmuyor; bu bir masal
Bir aptal tarafından söylenen, gürültü ve patırtı dolu Hiçbir şey ifade etmeyen.”
20. yüzyılda varoluşsal nihilizmin halk bilincinde geçerliliğe kavuşmasından, 1940’larda ve 50’lerde Fransa’da yaygınlaşan ateist varoluşçular hareketi sorumludur. Jean-Paul Sartre’ın (1905-1980) bu hareket için tanımladığı “varoluş özden önce gelir” önermesi, özsel bir benlik ya da insan doğası inşa etmek için herhangi bir zemini ya da temeli reddetmektedir. İllüzyonları terk ettiğimizde, hayat bir hiç olarak ortaya çıkar; ve varoluşçular için hiçlik yalnızca mutlak özgürlüğün değil, varoluşsal korku ve duygusal ıstırabın da kaynağıdır. Hiçlik, her bir bireyi yabancı ve kayıtsız bir evrenin tam ortasına “atılmış” yalnız bir varlık olarak açığa çıkarır ve hatta her bir birey, neden anlam çıkarması gerektiğini bilmekten men edilmiştir. İşte bu durum absürtlükten başka hiçbir şey değildir. Absürdizmi aydınlanmış perspektifinden kaleme alan Albert Camus (1913-1960) Sisifos’un ebedi, faydasız mücadeleye mahkûm edilen durumunun insan varoluşu için mükemmel bir metafor olduğunu gözlemlemiştir (The Myth of Sisyphos, 1942).
Varoluşçuların literatüründeki ortak nokta, hiçlikle yüzleşmemizden kaynaklanan duygusal ıstırapla başa çıkmaktır ve hayatta kalmanın mümkün olup olmadığı sorusuna bir hayli kafa yormuşlardır. Cevapları, tutkulu bir bağlılık ve duygusuz bir stoacılık formülünü savunan nitelikli bir “Evet” anlamına geliyordu. Geriye dönüp bakıldığında, bu umutsuzlukla dolu bir anekdottur çünkü absürt bir dünyada kesinlikle hiçbir kılavuz yoktur ve herhangi bir eylem şekli sorunludur. Fethetmeye, yaratmaya veya her neye olursa olsun, tutkulu bağlılık anlamsızdır. Nihilizme adım atın.
Camus, tıpkı diğer varoluşçular gibi, nihilizmin yirminci yüzyılın en can sıkıcı problemi olduğuna ikna olmuştu. Bireylerin nihilizmin yıpratıcı etkilerine dayanabileceğini tutkuyla savunsa da, en ünlü eserleri inandırıcı bir durum oluşturmak için karşılaştığı olağanüstü zorluğu açığa çıkarıyor. Örneğin, Yabancı(The Stranger)‘da (1942), Meursault, tecrübesiz ve güçsüz insanların bel bağladığı varoluşsal varsayımları reddetmiştir. Haksız bir cinayet için idam edilmesinden sadece birkaç dakika önce, hayatın tek başına yaşamak için yeterli bir sebep olduğunu keşfeder, bir varoluş nedenidir(a raison d’être), ancak bu bağlamda da pek inandırıcı görünmez. Caligula‘da (1944), çılgın imparator anlamsız şiddet eylemleriyle kendini insanlıktan çıkararak insani çıkmazdan kurtulmaya çalışır, başarısız olur ve gizlice kendi suikastını düzenler. Veba(The Plague) (1947) ise, absürt bir dünyada birinin elinden gelenin en iyisini yapmasının anlamsız olduğunu gösterir. Ve oldukça kısa ve acıklı olan son romanı Düşüş(The Fall)‘te (1956), Camus, herkesin elinin kanlı
olduğunu çünkü beyhude eylemlerimiz ve eylemsizliklerimizle halihazırda vahim bir durumu daha da kötüleştirmekten sorumlu olduğumuzu öne sürer. Bu eserlerde ve varoluşçuların diğer eserlerinde, çoğu zaman hayatın anlamsızlığı ile otantik bir biçimde yaşamanın imkansız olduğu izlenimi bırakılır.
Camus, varoluşun anlamsızlığını tanımlamanın tehlikesinin farkındaydı ve Başkaldıran İnsan(The Rebel) isimli felsefi makalesinde (1951), nihilizmin bu sorunuyla direkt olarak karşı karşıya gelmişti. İçinde, metafiziksel çöküşün genellikle nasıl derin nefret, patolojik yıkım, hesaplanamaz şiddet ve ölüm ile karakterize edilen nihilizmin ve bütün bir olumsuzluğun zaferiyle sonuçlandığını uzun uzadıya anlatılmaktadır.
Anti-temelcilik ve Nihilizm
20. yüzyılın sonlarında “nihilizm” iki farklı kast üstlenmişti. Bir biçimde “nihilist” sözcüğü, psikolojik enerjisini hedonistik narsisizme veya genellikle şiddet sonucu ortaya çıkan derin bir hınca (ressentiment) yönelten yabancılaşmış, kayıtsızlaşmış ve insanlıktan çıkmış konformist bir postmodern insanı tanımlamak için kullanılır. Bu bakış açısı, varoluşçuların nihilizm üzerine herhangi bir umutlandırıcı beklentiden yoksun, sadece hastalanma, yıpranma ve bozulma deneyimlerini içeren düşüncelerinden türetilmiştir.
Anlamsızlık üzerine çalışmasında Donald Crosby, modern nihilizmin paradoksal olarak dürüst entelektüel açıklığa olan bağlılığından kaynaklandığını yazmaktadır. “Bir kez harekete geçirildiğinde, sorgulama süreci ancak bir sona, yani inanç ve kuşkusuzluğun aşınmasına ve umutsuzluğa dönüşebilir” (The Specter of the Absurd, 1988). Crosby, gerçek ve dürüst sorgulamanın ahlaki inançlara ve toplumsal uzlaşmaya kadar genişletilmesinin ölümcül olabileceğini kanıtlayarak, medeniyetleri eninde sonunda yok edecek güçleri teşvik ettiğini söylüyor. Michael Novak’ın revize ettiği The Experience of Nothingness (1968, 1998) benzer bir hikaye anlatıyor. Her iki çalışma da varoluşçuların yüzyılın başlarından kalma iç karartıcı bulgularına verilen yanıtlardır. Ve her ikisi de özgürlük, bağımsızlık ve yaratıcı olanaklar gibi hiçliğin ortaya çıkardığı olumlu sonuçlara odaklanarak bu uçurumdan çıkış yollarını iyimser bir şekilde tartışmaktadır. Örneğin Novak, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yeni bir medeniyet inşa etme yolunda “nihilizmden üstesinden gelmek” için nasıl çalıştığımızı anlatıyor.
Yukarıda belirtilen nihilizmin üstesinden gelme çabalarının aksine, mevcut temelcilik karşıtlarıyla ilişkilendirilen benzersiz postmodern tepkidir. Bir yüzyıldan fazla bir süredir modern filozofların burnundan getiren nihilizmin felsefi, etik ve entelektüel krizi, yerini daha hafif bir sıkıntı kaynağına ya da daha da ilginci, anlamsızlığın iyimser bir kabulüne bırakmıştır.
Fransız filozof Jean-Francois Lyotard, postmodernizmi, dünyayı anlamlandırmak için güvendiğimiz her şeyi kapsayan temeller olan “üst anlatılara karşı bir inançsızlık” olarak nitelendiriyor. Bu aşırı şüphecilik, entelektüel ve ahlaki hiyerarşileri baltaladı ve doğaüstü ya da kültürler ötesi “hakikat” iddialarını sorunlu hale getirdi. Paradoksal olarak görecilik üzerine temellenen postmodern temelcilik karşıtları, bilgiyi ilişkisel ve “gerçeği” geçici diyerek reddederler, gerçeğin sadece ondan daha makul bir şey yerine geçene kadar gerçek olduğunu savunurlar (bu William James’in “nakit değer” kavramını çağrıştırmaktadır). Örneğin filozof Jacques Derrida, bir insanın bildiği şeyin aslında olan şeye tekabül ettiğinden asla emin olamayacağını iddia ediyor. İnsanlar, bütünün yalnızca sonsuz küçük bir parçasına katıldıkları için, hiçbir şeyi kesin olarak kavrayamazlar ve mutlaklar, yalnızca “kurgusal biçimler”dir. Amerikalı anti-temelci Richard Rorty de benzer bir noktaya değiniyor: “Hiçbir şey uygulamalarımızı temellendirmez, hiçbir şey onları meşrulaştırmaz, hiçbir şey onların nesnelerin olduğu gibi temas halinde olduklarını göstermez” (“From Logic to Language to Play,” 1986). Rorty, bu epistemolojik çıkmazın kaçınılmaz bir şekilde nihilizme yol açtığı sonucuna varır. Artık insanlık ve dilsellik dışı bir şey ile karşılaştığımızda, benimseme ve dönüştürme yoluyla olumsallığın ve acının üstesinden gelme yeteneğine sahip değiliz, sadece olumsallığı ve acıyı tanımlayabilme yeteneğine sahibiz” (Contingency, Irony, and Solidarity, 1989). Nietzsche’nin korkularının ve varoluşçuların kaygılarının aksine, anti-temelciler için nihilizm, sadece soğukkanlılıkla tahammül edilebilir çağdaş çevremizin sadece bir yönü haline gelmektedir.
The Banalization of Nihilism‘de (1992) Karen Carr, nihilizme karşı anti-temelci tepkiyi tartışmaktadır. Carr, hala çarpıcı bir göreciliği alevlendirmesine ve eleştirel araçları altüst etmesine rağmen, anlamsızlığın umursamazca kabul edilmesiyle ayırt edilen “neşeli nihilizmin” günü kurtardığını belirtmektedir. Carr, böyle bir gelişmenin endişe verici olduğu sonucuna varır. Tüm bakış açılarının eşit derecede bağlayıcı olmadığını kabul edersek, hangi bakış açısının öncelikli olduğunu entelektüel veya ahlaki kibir belirleyecektir. Daha da kötüsü, nihilizmin sıradanlaşması, fikirlerin zorla dayatılabileceği, yalnızca saf gücün entelektüel ve ahlaki hiyerarşileri belirlediği bir ortam yaratır. Bu, dünya üzerine yapılan tüm yorumlamaların sadece güç istencinin tezahürleri olduğuna işaret eden Nietzsche’ninkiyle tam olarak örtüşen bir sonuçtur.
Nietzsche’nin nihilizmi ve onun medeniyet üzerindeki etkilerini araştırmasının üzerinden bir asırdan fazla zaman geçti. Nietzsche’nin tahmin ettiği gibi, nihilizmin 20. yüzyılın kültürü ve değerleri üzerindeki etkisi bir hayli büyüktü. Nihilizmin yıkıcı tabiatı, kasvetli bir atmosfer ve büyük ölçüde endişe, öfke ve korku meydana getirmişti. İlginç bir şekilde, dil, bilgi ve doğruluk üzerine çalışan radikal bir şüpheci olan Nietzsche, postmodernizmin birçok temasını önceden görmüştü. İşte o zaman, Nietzsche’nin nihayetinde nihilizm üzerinde kafa yoracağımıza inandığını not etmekte fayda var. Dünya üzerindeki tüm yorumlamaları yok etme sürecinden sağ çıktıysak, belki o zaman insanlık için doğru yolu keşfedebiliriz:
Nihilizmin gelişini övüyorum, sitem etmiyorum. Bunun en büyük krizlerden biri ve insanlığın en derin özdüşünüm anı olduğuna inanıyorum. İnsanın bundan kurtulup kurtulamayacağı veya bu krizin üstesinden gelip gelemeyeceği onun gücüyle ilgili bir sorundur
Yorumlar