Ara (aralarını) bozmak: İki kişi arasındaki iyi ilişkiyi, dostluğu, arkadaşlığı yıkmak."Kim ki ara bozar, o toplumun yüz karasıdır."Ara bulmak: B
Ara (aralarını) bozmak: İki kişi arasındaki iyi ilişkiyi, dostluğu, arkadaşlığı yıkmak.”Kim ki ara bozar, o toplumun yüz karasıdır.”
Ara bulmak: Birbirleriyle anlaşamayan, bir araya gelemeyen kişileri uzlaştırmak, barıştırmak.”İki öğrencinin arasını bulmak, tam bir haftamı aldı.”
Araları açılmak (bozulmak): İyi ilişkileri, dostlukları, arkadaşlık bağları kopmak; birbirlerine dargın hâle gelmek.”Şu iki çiftin araları nasıl açıldı hâlâ anlayamadım.”
Aralarından kara kedi geçmek (veya aralarına kara kedi girmek): İyi anlaşan iki kişinin veya dostun ilişkileri bozulmak, aralarına soğukluk girmek, birbirlerine gücenmek,”Niçin konuşmuyorsunuz? Aranızdan kara kedi mi geçti?”
Aralarından su sızmamak: Çok iyi, çok yakın dostluk veya arkadaşlık kurmak, ahbap olmak.”Şunlara bak, aralarından su sızmıyor.”
Arap saçına dönmek: İşlerin çok karışıp içinden çıkılmaz bir durum alması.”Bırak artık sorumsuzluğu, işleri bu tavrınla Arap saçına döndürdün.”
Araya girmek: 1. İki kişinin arasındaki bir işe karışmak. 2. Araları bozuk olan iki kişiyi uzlaştırmaya çalışmak. 3. Yapılmakta olan bir işin yapılmasını geciktirmek.”Araya başka işler girince seninkini yapamadım, kusura bakma.”
Araya koymak: Bir işte sözü geçen bir kimsenin aracılığına başvurmak.”Genel müdürü araya koyup senin işe alınmanı sağlayacaklardır.”
Arayı yapmak: 1. Arası bozuk olan kimse ile barışmak. 2. Arası açık olan iki kişiyi uzlaştırıp, barıştırmak.”Hasan aramızı yapmasaydı biz hâlâ diken üstünde oturuyor olacaktık.”
Ar damarı çatlamak: Utanç duyulacak şeyleri sıkılmadan yapmak, utanmayı bırakmak, yüzsüz olmak.”Ar damarı çatlamış bu adamdan ne umuyorsun anlamadım bir türlü.”
Arı kovanı gibi işlemek: Girip çıkanı, gelip gideni çok olmak.”Şu seçim dolayısıyla doktorun evi arı kovanı gibi işliyor.”
Ârif olan anlasın (anlar): Üstü örtülü olarak söylenen bir sözün, anlayışı kuvvetli kimselerce anlaşılabileceğini belirtmek için kullanılır.
Arka arkaya vermek: Birbirini korumak, kollamak, için birleşmek; dayanışmak, yardımcı olmak.”Arka arkaya verirsek karşımızda hiçbir güç duramaz.”
Arka (sırt) çevirmek: Birine eskiden duyduğu ilgiyi göstermemek, yabancı gibi davranmak.”İşlerim bozulunca bana sırt çevirdi.”
Arka çıkmak: Birilerine karşı, birini korumak; savunmak, kayırmak.”Babası arka çıkmasaydı onu bir güzel dövecekti.”
Arkadan söylemek: Bir kimsenin bulunmadığı yerde onun hakkında ileri geri konuşmak, dedikodusunu yapmak, çekiştirmek.”Adamın arkasından söylemeye utanmıyor musun?”
Arkadan vurmak: Kendisine inanan, güvenen bir kimseye gizlice kötülük etmek.”Onun beni arkamdan vuracağı hiç aklıma gelmezdi.”
Arka kapıdan çıkmak: Özellikle bir eğitim kurumundan, bir iş yerinden hiçbir varlık gösteremeden, bir şey öğrenemeden ayrılmak.”Övünüp durma, bilgine bakılırsa sen o okulun arka kapısından çıkmışsın.”
Arkası kesilmek: Tükenmek, bitmek, süregelen bir şeyin son bulması.”Kiranın da arkası kesilirse ne yaparız biz?”
Arkasına düşmek: 1. Birini gözden ayırmayarak arkasından gitmek. 2. Bir işi sona erdirmek için çok sıkı çalışmak.”Arkasına düşmezsen nasıl elde edeceksin o evi?”
Arkasında dolaşmak (gezmek): Bir işi sonuca bağlamak için ilgili yerlere giderek görüşme fırsatı aramak, onların yardımını sağlamak.
Arkasını getirememek: Başladığı işi sürdürüp sona erdirememek, sonuçlandıramamak.”Ne tembel adamsın, şu işin arkasını getiremedin hâlâ!”
Arkasını sıvamak: İltifat etmek, okşamak, övmek, birisini bu yolları kullanarak bir işe sevk etmek.”Arkasını sıvayarak yaptırıyorum her işi bu çocuğa.”
Arkasını (birine) vermek: Bir kimsenin himayesinden güç almak.”Arkasını kaymakama vermiş pervasızca konuşuyor, yolu burdan geçireceğim diyor.”
Arkası (sırtı) pek: 1. Soğuktan muhafaza edecek biçimde giyinmiş, iyi giyinmiş olan. 2. Güçlü bir kimseye ya da yere güvenen.”Ona göre hava hoş, çünkü karnı tok, sırtı pek nasıl olsa!”
Arkası (sırtı) yere gelmemek: 1. Sarsılmamak, sağlam ve sağlıklı durumunu sürdürmek. 2. Hiç yenilgi yüzü görmemek.”Arkası yere gelmemiş bir adam olarak kalmalı o.”
Armudun sapı var, üzümün çöpü var demek: Hiçbir şeyi beğenmemek, her şeyin bir kusurunu bulmak.
Armut piş, ağzıma düş: Bir işin hiç emek harcamadan olmasını, kendiliğinden hazır olup ayağına gelmesini bekleyenlerin durumunu anlatmak için kullanılır.
Arpa boyu kadar gitmek: Pek az ilerlemek.”Onca çabaya rağmen arpa boyu kadar gidebildim ancak.”
Arpacı kumrusu gibi düşünmek: Derin derin ne yapacağını bilemeden, çaresizlik içinde düşünüp durmak.”Öyle arpacı kumrusu gibi ne düşünüp duruyorsun?”
Arpalık yapmak: Bir yeri sürekli çıkar kaynağı olarak kullanmak, sömürmek.”Batılılar ülkemizi arpalık yaptılar âdeta.”
Art düşünce (niyet): Açığa vurulandan ayrı, gizli tutulan, asıl düşünce.”Onun bizim hakkımızda art düşüncelere sahip olduğunu biliyorum.”
Asıp kesmek: 1. İşkence etmek, zalimce tavırlarda bulunmak. 2. Tehdit etmek, zalimce davranışlarda bulunacakmış gibi konuşmak.”Dün haktan ve adaletten söz edenler, bugün iktidar olunca asıp kesmeye başladılar.”
Askıda kalmak: Bir engel çıkması dolayısıyla bir işin sonuca varamaması, yapılamayıp öylece kalması.”Senin gelmemen yüzünden bütün işler askıda kaldı.”
Askıya almak: 1. Geciktirmek, belirsiz olarak ertelemek, bir işi zamanında yapmayıp savsaklamak. 2. Altı boşalmış yapıyı dikmelerle tutturarak yıkılmaktan kurtarmak.”Söyle ona, o adamların tayin işlerini askıya alsın.”
Askıya çıkarmak: Evlenecek kimselerin nikâhtan önceki durumlarını gösterir belgelerin, belirli bir süre için ilgili dairede görünür bir yere asılması, ilân edilmesi.
Aslan payı: 1. Hak edilenden daha çok alınan pay, en güçlünün aldığı pay. 2. Bir bölüşmede en büyük pay.”Aslan payı Ahmet`e düştü.”
Aslan yürekli: Yılmaz, hiçbir şeyden korkmayan, yiğit, kahraman,”Aslan yürekli Mehmetçik düşmanı çil yavrusu gibi dağıttı.”
Aslı faslı (astarı) olmamak: Yalan, asılsız olmak, gerçek payı bulunmamak.”Aslı astarı olmayan işlerin içine sürükleme bizi.”
Astarı yüzünden pahalı olmak: Bir işin ayrıntısına ödenen paranın aslına ödenen paradan fazla olması, gerçek değerinden fazlaya mal olması.”Elbiseyi diktin ama astarı yüzünden pahalı oldu.”
Astığı astık, kestiği kestik: Davranışlarından dolayı kimseye hesap vermeyen, istediği gibi davranan, çok sert kimseler için kullanılır.
Aşağıdan almak: Sert konuşan kimselere karşı yumuşak bir dil kullanmak.”Biraz aşağıdan alırsan onun sana zarar vermesini kolayca önlersin.”
Aşağı kurtarmaz: 1. Bundan ucuza verilmez. 2. Daha aşağı bir durumu kendine lâyık görmez.”Israr etme, bu araba daha aşağı kurtarmaz.”
Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık: Sakıncalı oluşları eşit olan iki karşıt davranıştan birine karar verememe zorunluluğunu anlatmak için kullanılır.
Aşağı yukarı: Yaklaşık olarak, hemen hemen, tam değil de tama yakın.”Aşağı yukarı on kilo gelir bu yük.”
Aşık atmak: Birisiyle yarışmak, özellikle kendisinden üstün birisiyle yarış etmek.”Sen benimle aşık atacak biri değilsin.”
Ata et, ite ot vermek (yedirmek): Uygunsuz iş yapmak; birbirini tamamlayan, birbirine uyan unsurları ters kullanmak; kişilere işlerine yaramayan şeyi, ilgili olmadıkları görevi vermek.”Ata et, ite ot verilen bir ülkede dirlik düzenlik mi olurmuş?”
Ateş almak: 1. Yanmak, tutuşmak. 2. Ateşli silâhın patlaması. 3. Telâşlanmak, öfkelenmek, heyecanlanmak, coşmak.”Silâh birden ateş aldı.”
Ateş bacayı sarmak: Bir iş ya da olay önüne geçilemez, tehlikeli bir durum almak.”Ateş bacayı sarmadan çabuk gidelim buradan!”
Ateş basmak: Aşırı ölçüde sıkılmak, heyecanlanmak, utanmak sonucu vücutta sıcaklığın artması, yüzün kızarması.”O nadide, paha biçilmez vazoyu kırınca bedenini birden bire ateş bastı.”
Ateşe atmak: Birini çok tehlikeli bir işe bile bile sokmak.”Hiç aldırmadan, biricik kızını o adamla evlendirip ateşe atamazsın değil mi?”
Ateşe tutmak: 1. Ateşli silâhla mermi atmak. 2. Bir şeyi ateşin üzerinde tutarak ısıtmak.”Zalim askerler zavallı köylüleri yaylım ateşine tuttular.”
Ateşe vermek: 1. Bir yeri bilerek yakıp yok etmek. 2. Aşırı ölçüde telâşlandırmak. 3. Bir toplumu, bir ülkeyi kargaşalık içine sürükleyerek yıkıma uğratmak.”Dış güçler yerli işbirlikçilerle anlaşarak ülkeyi ateşe verdiler.”
Ateşine (nârına) yanmak: Birinin yüzünden büyük haksızlığa uğramak, zarar görmek.”Eğer bu malı satamazsam senin ateşine yanmış olacağım.”
Ateş kesilmek: 1. Çok kızgın, öfkeli davranışlar göstermek. 2. Çok çalışkan, hareketli ve becerikli olmak. 3. Ateşli silâhlarla yapılan atışa son vermek.”Taraflar ateş kesilmesine razı olmadılar.”
Ateşle oynamak: Çok tehlikeli, zarar verecek bir işin üstüne üstüne gitmek ya da böyle bir işe girişmek.”Bırak o silâhı elinden! Ateşle oynadığının farkında mısın sen?”
Ateş pahasına: Çok pahalı.”Yeni daireler ateş pahası, nasıl alacağız?”
Ateş püskürmek: Çok öfkeli olmak, ağır sözler söylemek.”Öğretmen kapıyı kıran öğrencilere ateş püskürdü.”
Ateşten gömlek: İçinde bulunulan acı, sıkıntılı, dayanılmaz durumu anlatmak için söylenir.”İflas etmem, ateşten gömlek giymem demektir.”
Atı alan Üsküdar`ı geçti: “Fırsat kaçtı, artık yapılacak şey kalmadı” anlamında kullanılır.”Sen daha dur, atı alan Üsküdar`ı çoktan geçti.”
Atı eşkin, kılıcı keskin: Her bakımdan güçlü, dilediğini yapabilir.”Zalimlere karşı durmak mı istiyorsun? Atın eşkin, kılıcın keskin olmalı!”
Atın yüğrükse bin de kaç: İmkânın varsa kendini kurtarmaya bak.
Atıp tutmak: 1. Kendi gücünü aşacağı işler yapacağını söylemek, abartılı konuşmak. 2. Birisinin arkasından ileri geri konuşmak, kötü sözler etmek.”Yüzüne karşı söyle, arkasından atıp tutma adamın.”
At oynatmak: 1. Ata hüner göstermek. 2. Bildiği ve istediği gibi davranmak. 3. Belli bir alanda üstünlük kurmak.”Meydan adamlara kaldı, istedikleri gibi at oynatıyorlar.”
Atsan atılmaz, satsan satılmaz: İşe yaramadığı, sıkıntı verdiği hâlde vazgeçilemeyen şeyler ve kimseler için kullanılır.”Ne yapayım, kardeş işte! Atsan atılmaz, satsan satılmaz!”
Attan inip eşeğe binmek: Bulunduğu dereceden, mevkiden, önemli görevden daha aşağı bir yere inmek veya alınmak.”Aklını başına toplamazsan adamı işte böyle attan indirip eşeğe bindirirler.”
Avaz avaz bağırmak: Olanca gücüyle bağırmak; sesi yettiği kadar, var gücüyle bağırmak.”Tamam duyuyorum, öyle avaz avaz bağırma!”
Avucunun içine almak: Birini her dediğini yapar duruma getirmek, baskı ve etkisi altına almak.”Kaymakam bütün kasabalıyı avucunun içine aldı.”
Avucunu yalamak: Umduğunu ele geçirememek, beklediğini elde edememek.”Avucunu yalamak istemiyorsan harekete geç, sen de çalış.”
Avuç açmak: Yardım istemek, dilenmek, para istemek ya da ister duruma düşmek.”Yarın avuç açmamak için bugünden çalışmalısın.”
Ayağa düşmek: 1. Bir şeyin değerini kaybetmesi. 2. Yalvarır duruma gelmek. 3. İşe ilgisiz ve yetkisiz kimseler karışır olmak.”Sevinmeyin boşuna, bu işi ayağa düşürmeyeceğim hiçbir zaman.”
Ayağa kalkmak: 1. Hasta iyi olmak. 2. Saygı göstermek için oturma durumundan ayak üzeri duruma geçmek. 3. Telâşlanmak, heyecanlanmak. 4. Dikilmek, ayakları üzerinde durmak.”Dedem nihayet ayağa kalktı.”
Ayağı (ayakları birbirine) dolaşmak: Yürürken herhangi bir sebepten ötürü ayakları birbirine takılmak, sendelemek.”Korkusundan zavallının ayakları birbirine dolaştı.”
Ayağı düşmek: Bir yere uğramak, o yer yolu üzerinde bulunmak, yolu düşmek.”Bu rezillikten sonra onun ayağının buralara düşeceğini sanmam artık.”
Ayağı düze basmak: İşleri iyi gitmek, zorlukları yenerek rahata kavuşmak.”Şu borcu da ödedik mi ayağımız düze basacak inşallah.”
Ayağı ile gelmek: 1. Kendi isteği ile gelmek. 2. Çok fazla emek sarf edilmeden elde edilmek.”Adam ayağı ile geldi dayak yemeye.”
Ayağına bağ olmak: Bir işini yapmasına, bulunduğu yerden ayrılmasına engel olmak.”Bu çocuk ayağıma bağ oldu, onu bırakıp da bir yere gidemiyorum.”
Ayağına dolaşmak (veya dolanmak): 1. Birisinin yaptığı işe engel olmak. 2. Başkasına yaptığı kötülük kendi başına gelmek.”Şu köpeği birisi çıkarsın atölyeden, insanın ayaklarına dolanıyor.”
Ayağına gitmek: Büyüklük taslamadan alçak gönüllülük edip birinin yanına varmak.”O baban senin, ayağına gitmelisin.”
Ayağına kapanmak: Kendini küçük düşürerek yalvarıp yakarmak.”İnsan ne birisinin ayağına kapanmalı, ne de birisini ayağına kapandırmalı.”
Ayağına (ayaklarına) kara su inmek: Bir yerde ayakta beklemekten veya uzun süre dolaşmaktan çok yorulmak.”Seni aramaktan ayaklarıma kara sular indi, nerelerdeydin Allah aşkına!”
Ayağını çekmek: Daha önce gittiği yere artık uğramaz olmak, ilişkiyi ve ilgiyi kesmek.”Artık onlardan elimi ayağımı çektim.”
Ayağını denk almak: Birilerinin kendisine karşı yapacakları muhtemel kötülüklere karşı uyanık davranmak, tedbirli olmak.”Eğer ayağını denk almazsan o adamlar başına bir iş açacaklar senin.”
Ayağını kaydırmak: Bir yolunu bularak birini bulunduğu işten, mevkiden uzaklaştırmak.”Adamcağızın hiç suçu yokken ayağını kaydırdılar, şimdi aç susuz dolaşıyor.”
Ayağını kesmek: 1. Bir yere gitmez, uğramaz olmak. 2. Birini bir yere artık uğramaz duruma getirmek.”Öyle korkutun ki o adamın ayağı kesilsin bu meyhaneden?”
Ayağının altına almak: 1. Acımasızca, tekmelerle kıyasıya dövmek. 2. Bir şeyi küçük görerek ondan faydalanma yoluna gitmemek, o şeyi tepmek.”Önüne serilen bütün nimetleri ayağının altına aldı hiç tınmadan.”
Ayağının tozuyla: Henüz dinlenmeden, yoldan gelir gelmez.”Adamı ayağının tozuyla kodese tıktılar.”
Ayağını sürümek: 1. Verilen bir görevi ağırdan yapmak. 2. Bir yerden ayrılmak üzere bulunmak. 3. Ölmek üzere olmak. 4. Halk inanışına göre birinin gelmesi, ardından başkalarının da gelmesine yol açmak.”Ayağını mı sürüdün ne, senden sonra gelen misafirlerin sayısını Allah bilir ancak!”
Ayağını yorganına göre uzatmak: Gelirini giderine uydurmak, harcamalarda geliri aşmamak.”Ayağını yorganına göre uzatmazsan ileride aç kalırsın.”
Ayağı (ayakları) suya ermek (değmek): Neden sonra aklı başına gelmek, bir şeyin aslını anlamak, beklenen biçimde olmadığını kavramak.”Toy olduğu için doğruyu göremiyor, onun da ayağı suya erecek bir gün.”
Ayak altında kalmak: 1. Hor görülüp aşağılanmak, değer verilmemek. 2. İnsanların sık gelip geçtiği yerde, kalabalık içinde kalmak.”Seyyar satıcıların pek çoğu ayak altında kalınacak bir yeri seçerler.”
Ayak atmamak: Bir yere hiç gitmemek.”O kente ayak atmadım henüz.”
Ayak diremek: Bir şeyde ısrar etmek, karşı koymak, kendi kararından vazgeçmemek.”Ayak diremeseydi çoktan evini yıkmış olacaklardı.”
Ayaklar altına almak: Önem verilmesi gereken şeyleri hiçe saymak, çiğnemek.”Babasının onun için verdiği emekleri ayaklar altına alarak o serseriliği seçti.”
Ayakları geri geri gitmek: Bir yere istemeye istemeye, gönülsüz gitmek.”Hoşlanmadığım bu insanların yanına yaklaştıkça ayaklarım geri geri gitmeye başladı.”
Ayaklı kütüphane: Çok şey okumuş, her sorulana cevap veren, çok şey bilen, okudukları aklında kalmış kimse.”Adam ayaklı kütüphaneydi sanki!”
Ayakta kalmak: 1. Bir zorluk karşısında yıkılmamak, çökmemek. 2. Oturacak yer bulamamak.”Gemi öyle kalabalıktı ki hepimiz ayakta kaldık.”
Ayak takımı: İşe yaramaz, bilgisiz, görgüsüz, kaba, serseri, değersiz kimselerin bütünü.”Mahallemizde ayak takımı gittikçe çoğalıyor.”
Ayak uydurmak: 1. Adımlarını başkasınınkine uydurmak. 2. Kendi gidiş ve davranışını başkasınınkine benzetmek.”Bu bozuk topluma ayak uydurmak zorunda değiliz.”
Ayak üstü (üzeri): 1. Kısa süre içinde, acele olarak. 2. Ayakta durarak, ayakta dikilerek.”Gel de şu büfede ayak üstü atıştıralım biraz.”
Ayasofya`da dilenip Sultanahmet`te sadaka (zekât) vermek: Kendisi başkasının yardımı ile geçinirken, gösteriş için elindekini başkalarına yardım amacıyla dağıtmak.
Ayıkla pirincin taşını: Bir işin oldukça karışık, dolaşık, içinden çıkılması güç olduğunu anlatmak için kullanılır.”Durup dururken adama olmadık sözler söylemiş, şimdi ayıkla pirincin taşını!”
Ayılıp bayılmak: 1. Sinir krizi geçirmek, bunalıma düşmek. 2. Birini kendinden geçercesine sevmek, beğenmek.”Her kan görüşünde ayılıp bayılıyor.”
Ayranı kabarmak: Öfkelenmek, kızıp bağırmak; coşmak.”O konuştukça adamın elleri titriyor, ayranı kabardıkça kabarıyordu.”
Ayvaz kasap hep bir hesap: “Ha öyle ha böyle, ikisi de bir; hangi yolu seçersek seçelim aynı sonuca varır” anlamında kullanılır.
Ayyuka çıkmak: 1. Pek yükselmek (ses için). 2. Herkesçe duyulmak, yayılmak (dedikodu için).”Öyle kızgındı ki sesi ayyuka çıkıyordu.”
Aza çoğa bakmamak: Eline geçenle yetinmek, tok gözlü olmak.
Azizlik etmek: Şaka ile takılmak, muziplik etmek, şaka ile aldatmak.”Osman azizlik etmeye bayılır.” Baba adam: Ağır başlı, iyi yürekli, olgun, hoşgörülü, yaşlıca adam.”Ne baba adammış meğer, ailesinden değil, komşularından bile kimseyi ihmal etmedi.”
Yorumlar